26 Haziran 2009 Cuma

ACI BİR ÖNYARGI HİKAYESİDİR BU !

Bu yazımda sizlerle önyargının ne denli zararlı, bir davranış olduğunun vurgusunu yapmaya çalışacağım.


GELİNCİK HİKAYESİ

Uzaklarda bir köyde, kocasi, çocugu dogmadan ölmüs, tek basina yasayan hamile bir kadin kendisine arkadas olmasi açisindan dagda yaralı olarak buldugu bir gelincigi evinde beslemeye baslar.

Gelincik kadinin yanindan bir an bile ayrilmaz. Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da, oldukça uysallasir.Bir kaç ay sonra kadinin çocugu dogar. Tek basina tüm zorluklara gögüs germek ve yavrusuna bakmak zorundadir.

Günler geçer ve kadin bir gün birkaç dakikaligina da olsa evden ayrilmak ve yavrusunu evde birakmak zorunda kalir. Gelincikle bebek evde yalniz kalmislardir. Aradan biraz zaman geçerv e anne eve gelir. Gelincigi ve kanli agzini görür. Anne çildirmisçasina gelincige saldirir ve oracikta öldürür hayvani. Tam o sirada içerdeki odadan bir bebek sesi duyulur. Anne odaya yönelir...Ve odada beslediği besigin içindeki bebegi ve bebegin yaninda duran parçalanmis bir yilani görür.

KISSADAN HİSSE:

Önyargının ne denli tehlikeli bir DAVRANIŞ VE DÜŞÜNCE biçimi olduğunu anlamışızdır sanırım. Hatta zaten biliyoruz diyenleriniz çıkacaktır. Evet engel olunamaz bir önyargı tutkumuz olduğu aşikar.


Bu olay bana hemen Einstein'in bir sözünü hatırlattı:

Einstein derki; İnsanlardaki önyargiyi parçalamak ,benim atomu parçalamamdan çok daha zor.

Dilerim önyargılarımızı törpülemeyi başarmış , gerçeğe ulaşmak adına; araştırmayı, analiz etmeyi, sabrı, bilgiyi benimsemiş, harmanlamış, hurafeler yerine bilime, teknolojiye inanan, uygulayan ve başaran bir toplumun fertleri olmayı başarırız.

16 Haziran 2009 Salı

Keçinin inatçısı, Hoşgörüye malzeme olur...

Bu yazım hoşgörü ile ilgili yaşanmış ve müthiş bir hikaye. Bana da hikayeyi dedem anlatmıştı. Olay; babamın dedesi, yani büyük dedem ile, karma halk toplulukları ile birlikte yaşadıkları köydeki, komşuları boşnak Malik efendi arasında geçer.
Hikaye şöyle başlar ve gelişir:
Malik efendinin bir keçisi vardır. Malum keçiler buldukları her yüksekliğe, dağa, bayıra, çayıra, otluğa tırmanır ve buldukları yiyecekleri yerler. Otu samanı keçiden kurtarmak biraz zordur anlayacağınız. Büyük dedemin de bir otluğu varmış her köylü gibi. Fakat Malik efendinin keçisinin bu otluğu keşfetmesi uzun sürmemiş. Büyük dede bir uyarmış iki uyarmış, on uyarmış ama keçi bu! Dedem ne yapsın, Malik efendi ne yapsın...
Dedem bakmış olmayacak böyle; maruzatını bir de bu şekilde anlatmayı uygun bulmuş ki, bir yemek hazırlayıp bir kaç komşuyu ve malik efendiyi davet etmeye karar vermiş. Davet edilenler teşrif etmişler. Türlü türlü ikramlıkların yanında, birde nar gibi kızarmış bir oğlak getirmişler. Dedem, buyrun sayın misafirlerim demiş, herkes yesin helal hoş olsun, ikramımızdır, fakat Malik efendi sen ye malı gibi demiş...
Evet anlaşıldığı üzere; O nar gibi kızarmış keçi Malik efendinin keçisinden başkası değilmiş. Durumu davetli tüm köylüler ile birlikte anlayan Malik efendi ise; Dedeme, Eh Serdar efendi, yine yaptın yapacağını demiş ve hep birlikte gülüşüp, şakalaşarak afiyetle o günkü ziyafeti sonlandırmışlar.

Kıssadan hisse:

Hoşgörünün büyüklüğü dudak uçuklatır cinsten değil mi arkadaşlar? Heleki; kalbi durmuş, beyin ölümü gerçekleşti gerçekleşecek bir toluma doğru ilerlerken, gerçekten bu hoşgörü sınırları aşmış gibi geliyor insana! Fakat bizler böyle binlerce hikayenin başaktörlerinin torunları olarak, tekrar özümüze dönmenin bir yolunu bulup, bu çıkmazdan kurtulmalıyız, yoksa Allah muhafaza fişimiz çekildi çekilecek..!


(Yorumlarınızla kıssadan hissenizi paylaşabilirsiniz)